Nurlu Dünya---Freedom--Azadi

Saturday, April 29, 2006

Amelikalılar,Calud,Davud ve Beş Çakıl taşı
murat Çiftkaya

BEŞ ÇAKIL TAŞI, Hz. Davud henüz bir çocuk iken İsrailoğullarını yurtlarından kovmuş, onları hem manen hem maddeten aşağılayan Amelikalıların zırh kuşanmış dev komutanı Calud’un karşısına çıktığında cebindeki yegâne cephanesiydi. Ağır silahlar taşıyan dev Calud’un karşısında, zırh giymeyi reddettiği minicik bedeniyle neredeyse silâhsız olarak duruyordu genç Davud. Amelikalıların komutanının elinde tek bir sapan cebinde beş çakıl taşıyla Davud’a tepeden baktığını, onu küçümsediğini ve alaya aldığını gerek var mı?
Peki Calud ile Davud’un savaşından kim galip çıktı dersiniz? Davud!
Dev Amelika ordusunun dev komutanını tek bir sapan taşıyla alt edebildi Davud. Çünkü Firavun’u alt eden karıncalar gibi, Nemrut’u aciz bırakıp hayattan usandıran—bir rivayete göre kör ve topal sivrisinek gibi—emr-i ilâhî ile hareket ediyordu. Davud hem Calud’u öldürdü, ve böylece hem de Amelika ordusunun dağılmasını sağladı, çünkü şu ilâhî hakikat ve müjde onun kalbine vahyedilmişti: “Herhangi bir kulum, yarattıklarıma değil de Bana sırtını dayarsa, bunu onun samimi niyetinden de anlarsam, gökler içindekilerle beraber ona tuzak kursalar, Ben, bu tuzaktan kurtulması için ona mutlaka bir çıkış kapısı açarım. Her hangi bir kulum da Beni bırakıp bir yaratığa sırtını dayarsa ve Ben bunu niyetinden de anlarsam, mutlaka önündeki bütün yükseliş sebeplerini keser ve çöküş yollarını kolaylaştırırım.” Davud, sapanına yerleştirdiği ilk çakıl taşıyla mü’minlerin gönlündeki korkuları, Amelikalıların nefsindeki kibri darmadağın etti.
Peygamberler, sadece yaşadıkları dönem için değil, gelecek bütün nesiller için dilleriyle ve halleriyle hakikatleri ders verirler. Yaşadıkları, tarihî olaylar değil; evrensel (küllî) hakikatlerin çekirdeklerini taşıyan örneklerdir. Ki, Müslümanların Hz. Muhammed’in (sav) yanı sıra diğer tüm peygamberlere iman etmesi, o peygamberler eliyle gönderilen hakikat derslerine açık olduklarını gösterir.
Ve bugün, zulümlü, kaba güce dayanan zorbalıkların koyu gölgesini en fazla ruhumuzda hissediyorsak; kimi zaman tuzağa düşmemek için aynı cinsten tuzaklar kurmaya, altında ezildiğimiz kaba gücün cenderesinden kurtulmak için kaba güç arayışlarına girebiliyorsak; modern Caludların dev orduları karşısında ümidimizi yitirebiliyorsak genç Davud’un ve sapanının bize söyleyeceği çok şey var demektir.
Zorbaların kaba gücüyle zahirî akıl gözleri kamaşan; modernliğin hakkı değil gücü esas tutan düsturlarının tuzağına düşebilen; “ulusal çıkarlar” bahanesiyle masumların ateşe atılmasına göz yumabilen veya bu ateşi küçük de olsa maddî veya manevî üfürüğüyle körükleyebilen bizlere, Davud gücümüzün asıl kaynağının adresini gösterir. Zorbaları ve zalimleri kendi gücümüzle değil; O’nun kudretine, O’nun hikmetine, O’nun adaletli ilkelerine dayanarak alt edebileceğimiz dersini verir.
Bu sayede Yunus gibi bir sineğin kartalı yere vurabileceğine ve havaya savrulan tozlarına şahit olabiliriz.
Hatırlayalım: Calud, İsrailoğullarını perişan ederek yurtlarından sürmüştü. Bunun üzerine İsrailoğulları peygamberlerine giderek, kendilerine bir kumandan tayin etmesini istemişlerdi. Peygamberleri de halktan biri olan Talud'u başlarına kumandan tayin etmişti.
Servet ve sermayeyi güç ölçüsü kabul eden İsrailoğullarının tepkisi “Biz, hükümdarlığa daha layık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkanlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur?” (Bakara: 247) şeklinde olmuştu.
Birlikte hakka hizmet ederken bile mü’minlerin kendi aralarında düşebileceği “iktidar” odaklı rekabetleri ve kıskançlıkları haber verir ve ikaz eder bu durum.
Talud'un Amelikalılara karşı ordu hazırlamak için adam toplamakta sıkıntı çektiği rivayet edilir. Bu durumu ortadan kaldırmak ve orduya katılıma teşvik için taahhütlerde bulunur. Kendisiyle savaşa katılacak ve Calud'u öldürecek kişiye malının yarısını vereceğini, ayrıca kızını da onunla evlendireceğini bildirir.
Bu gelişmeler yaşanırken henüz Davud Aleyhisselam orduya katılmış değildir. O, hâlâ hayvanlarıyla meşgul olmakta ve başlarında durmaktadır. Hayvanlarını güttüğü sırada, "Ey Davud! Calud'u sen öldüreceksin, haydi sürünü Rabb'ine emanet et ve kardeşlerine katıl!" mealinde bir ses duyduğu rivayet edilir.
Şahsî servet ve statüsünü koruma endişesiyle zulme ve zorbalığa ses çıkaramayan, maddî-manevî cihad yolunda mal-mülk endişesine yenik düşen mü’minlere de bir sesleniştir bu aslında: “Malını-mülkünü, asıl Sahibi olan Rabbine emanet et ve kardeşlerine katıl!”
Hz. Davud’un da katıldığı Talud komutasındaki ordu bir ırmağın karşı tarafına geçmek durumundadır. Irmak, küçük cihadlardan önce büyük cihadları, yani nefislerle yaşanan mücadelenin simgesidir. Irmağa geldiklerinde Talud askerlerine seslenir: “Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse, artık o benden değildir ve kim de—eliyle bir avuç alanlar hariç—onu tatmazsa bendendir!” (Bakara, 249) Kur’an’ın haberiyle küçük bir kısmı hariç askerlerin hepsi sudan içer. Talud ve imtihandan alınlarının akıyla çıkan az sayıdaki asker ırmağı geçtiklerinde geride kalanlar şöyle derler: “Bugün bizim Calud'a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok.”
Dünyaya dünya adına bakmamanın, onunla doymaya çalışmamanın, aksi davranışın insanı Rabbinin rahmet ve kudretinden, cesaretten, ilkeli olmaktan uzaklaştıracağının veciz bir öyküsüdür yasak ırmakla yaşananlar. Ruhlarının susuzluğunu dünya ırmağıyla kandırmaya çalışanlar hem kardeşlerini kaybederler, hem de kendilerine duydukları güveni ve inancı. Kalblerindeki ümidi ve cesareti yıkıp götürür içtikleri her avuç yasak su. Öylesine yitirirler ki ümitlerini, kardeşlerine bile bulaştırmaya çalışırlar ümitsizliklerini: “Bugün bizim Calud’a ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok.”
Az sayıdaki ordu, ırmağa kananlarla sayıca daha da azalmış, üstelik geride kalanlar terk ettikleri kardeşlerinin çok olan azimlerini de azaltmak istemektedir. Git gide azalmış mü’minlerin bu durumdaki tavrı ise zamanın ötesinden ezelî bir hakikatı dile getirir: “Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 249)
Azlık-çokluk hakkındaki bu hakikat, çağların ötesinden, özellikle de niceliğin egemenliğine girmiş biz âhirzaman insanlarına verilen bir ders değil mi sizce de?


metin Karabaşoglu

Risale i Nur ve Tasavvuf :Doğru Sözler ve Yanlış anlamalar

ÖYLE SÖZLER VARDIR ki, belli bir zamanda, belli şartlar ve kayıtlar altında söylenmiştir. Böyle bir söz, mutlaklaştırıldığında, yani her zaman ve zemin için aynı ölçüde geçerli kılındığında, o söz ‘yanlış anlaşılmış’ olur.

Bediüzzaman Said Nursî’nin birçok sözü için de bu durum geçerlidir. Onun belli bir zaman ve zeminde, belli şartlar dahilinde söylediği bazı sözler, içerdiği bu ‘zaman ve zemin’ boyutu gözardı edildiği için, Risale-i Nur adına yanlış anlama ve uygulamalar zuhur edebilmiş; dahası, bu yanlışlar, etki-tepki ilişkisi içerisinde, başka yanlışlara sebebiyet verebilmiştir.

Tıpkı, onun tasavvuf ve tarikatlar hakkında söylediği; Risale-i Nur dairesi içindeki herkesin bildiği, Risale-i Nur’a muhatap kişilerle bir şekilde karşılaşmış her ehl-i tarikin de duyduğu şu söz gibi: “Bu zaman tarikat zamanı değil,imanı kurtarmak zamanıdır.”

Risale-i Nur dairesi içindeki bir mü’mine, “Risale-i Nur tarikatlar ve tasavvuf hakkında ne diyor?” diye sorulduğunda, aklına geldiği gibi, diline de gelecek olan söz, budur. İhtimal ki, diyalog, ikinci bir söz de aktarılmadan, bu sözün ‘bizim anladığımız biçimiyle’ açıklanması ile devam edecek; “Tasavvufun devri geçti kardeşim; bırak bu işleri” demeye gelen bu açıklama karşılığında ise, muhatabımızın tasavvufa temayülü ölçüsünde bir kalb kırıklığı, Risale-i Nur’a karşı bir soğukluk şeklinde tecellî edecektir.

Oysa, “Risale-i Nur ve tasavvuf” deyince, yalnızca bu sözün aktarılması ve yalnızca bu söz üzerine bir açıklama çerçevesi kurulması, en başta, Risale-i Nur’a zıt bir keyfiyettir. Zira, söz tarikattan açıldığında, Risale-i Nur’un söylediği daha çok söz vardır; ve bu sözlerin bir kısmı açıkça, bir kısmı dolaylı biçimde, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” sözünün belli şartlar dahilinde söylendiğini göstermektedir.

En başta, Risale-i Nur’un ana gövdesini teşkil eden eserler arasında Sözler’in hemen ardından gelen Mektubat’ın “Yirmidokuzuncu Mektub”unun “Dokuzuncu Kısım”ı olarak “Telvihat-ı Tis’a,” Bediüzzaman Said Nursî’nin tasavvufa bakışı konusunda en açıklayıcı risaledir. Ki bu risale, “Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk nâmları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır” ifadesiyle başlamakta; “Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat, bir bürhan-ı şeriattır (...) İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-i tefeyyüzâtıdır” gibi ifadelerle devam etmekte; ‘ehl-i tarikatın dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesi’nden övgüyle söz ederek sürüp gitmektedir.
Kısacası, “Telvihat-ı Tis’a”nın ana örgüsüne bakıldığında, ‘sünnet-i seniyye dairesinde tarikat’ın Bediüzzaman’ın dünyasında kesin bir övgüye mazhar olduğu; onun tarikat ve tasavvufa yönelik ‘eleştiri’lerinin ise ‘sünnet-i seniyye’ mizanlarına uygun düşmediği halde tarikat perdesi altında açılan bazı yollara ve tarz-ı telâkkilere yöneldiği açıkça görülmektedir.


Nitekim, Bediüzzaman’ın ilk talebeleri de bunu böyle anlamışlardır. Barla Lâhikası’nda yer alan, bu risale ellerine ilk geçtiğinde edindikleri hissiyat ve fikriyatı ifade eden mektuplarında, bu risaleden aldıkları derse binaen tasavvuf ve de ehl-i tasavvuf hakkında edindikleri müsbet kanaat açıkça görülür. Ahmed Hüsrev, Sabri, Hulusi Bey, Âsım, Hacı Mehmed imzalı mektuplar, bunun açık bir göstergesidir.
Dolayısıyla, en başta, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” sözünü söyleyen zâtın, aynı zamanda tarikatın hakikatini beyan eden, ‘sünnet-i seniyye dairesinde tarikat’tan övgüyle ve takdirle söz eden, bununla beraber ‘sünnetin mizanına uymayan’ bir kısım ehl-i tariki uyaran bu risalenin de müellifi olduğunu hem Risale-i Nur talebeleri, hem ehl-i tarik dikkate alma durumundadır. “Telvihat-ı Tis’a” dikkate alındığında, ilgili sözü Bediüzzaman’ın tarikat ve tasavvufa iyi gözle bakmadığı şeklinde anlayıp anlatmanın bir ‘yanlış anlama’ ve ‘yanlış anlatma’ olduğu açıkça görülecektir.
Bu durumda, akla şu soru geliyor elbette: O halde, Bediüzzaman Said Nursî bu sözü niye söyledi?
Bunu anlamak için, bu sözün söylendiği zaman ve şartları dikkate almak; ve lâhikalar arasında bir yolculuk yapmak gerekiyor.
Bu sözün söylendiği devir, imanın temellerine hücum edilen, Allah’ın varlığını inkârın neredeyse ‘eğitim’in esası haline getirildiği; okullardan ‘halkevleri’ne her kanaldan küfrî bir anlayışın kendini ifşa ve ifade ettiği bir devirdir. İmanın esaslarına ilişilen böylesi bir zamanda, yani imanlar tehlikeye düşmüşken tarikat yoluyla şahsî terakkiyatına çalışmayı, Bediüzzaman bu aslî vazifeyi terk olarak gördüğü için eleştirmekte; gereğinde ‘şahsî terakkiyatı’ndan feragat ile ‘imanları kurtarma’nın önceliğine dikkat çekmektedir.
Buna karşılık, aynı Bediüzzaman, 1950’li yıllarda Mesnevî-i Nuriye’nin Türkçe tercümesine dahil ettiği bir cümlede “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir” demektedir. Bu, imanın esasına yönelen hücumlara karşı artık ellerde Risale gibi bir bürhanın yazılmış ve kökleşmiş olduğunu bize bildirir. Böylesi bir keyfiyet dahilinde, Bediüzzaman “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” şeklindeki sözünü yumuşatmıştır.


Gelin görün ki, 1950’li yıllarda yazdığı bir mektup bunu açıkça belgelediği halde, Emirdağ Lâhikası’nın ikinci cildinde yer alan bu mektup, her nasılsa gözlerden ve dillerden ırak kalabilmiştir.
Bu ıraklığın bedeli ise, “Bu zaman tarikat zamanı değildir” sözü mutlaklaştırılmasıyla, Risale-i Nur ehli mü’minler ile tasavvuf ehli mü’minler arasında bir kalb kırgınlığıdır. Daha da ağır bir bedel ise, bu yüzden, nice ehl-i tarik mü’minin Risale-i Nur’a da soğuk durması, hatta içlerinden hasmâne bir tavır alanların da çıkmasıdır.


Salı günü, bu mektubu tahlil ederek, bu bahsi şimdilik hitama erdirelim ve bir kırgınlığın izalesi için elimizden geleni yapmış olalım inşaallah...

metin Karabaşoğlunun yazılarına www.karakalem.net adresinden ulaşabilirsiniz

Omer Faruk



Adalet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmamalı




Malûmdur ki, her hükûmette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir müteârifedir.

Dîninde çok mutaassıb ve cebbâr bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyâde Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.

Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudîler, Nasrânîler tâbî oldukları memleketin dînine, kudsî rejimine muhâlif, zıt ve mûteriz bulundukları halde, o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.

Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Halbuki, o Hıristiyan İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhâlif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet müesseselerinde cârî ve hâkimdir.

Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’âniyeye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasanın hakîki ve samîmi müdâfaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet, hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur.


Tarihçe-i Hayat, s. 564


ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Sonra onun vücudunu güzelce tanzim etti, ona yarattığı ruhtan üfledi ve size kulak, göz ve kalb verdi. Siz ise ne kadar az şükrediyorsunuz?
Secde Sûresi: 9


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Amel sayfasının kendisini sevindirmesini isteyen kimse çokça istiğfar etsin.
Camiü’s-Sağir, c. 3, No: 3528

Alın, terle anlam bulur

Saadet BAYRİ

En sevdiğim hayvan, karıncadır. Minicik gövdeleri, küçücük ayakları, görünmeyen gözleri ile hep çok komik gelmişlerdir bana. Karıncaları sevmemde tek etken, fizikî ölçüleri değil elbet. Yorulmak bilmeyen çalışkanlıkları, her ne olursa olsun, tükenmeyen azimleri de onlara olan sevgimi perçinlemiştir. Bir defasında içlerinden birini, kendinden kat kat büyük çekirdek kabuğunu taşırken izlemiştim. Öyle bir mücadelesi vardı ki gözlerim doldu. O kabuğu defalarca düşürüyor, hiçbir şey olmamış gibi geri dönüyor ve yeniden sırtına alıp ilerliyordu. Bu durum, defalarca devam etti. Ben izlemekten yorulmuş, ona acımıştım. Ama o hiç pes etmedi. Amacına ulaşana kadar uğraştı ve kabuğu yuvasına taşıdı. Zafer onundu. Sevinçle alkışladım onu, mutlu olmuştum.Bu olaydan sonra düşündüm: Bu hayvancığı minicik vücuduyla böylesine çalıştıran, bıktırmayan, yorsa da yılmadan yeniden gayrete getiren sır neydi? Oysa herhangi bir takdir almıyordu. Kimseye kendini ispatlama derdi de yoktu. Ayrıca karıncalara da has değildi bu çalışkanlık. Mesela arının milyonlarca çiçeği gezip sonra emr-i İlahî ile yolunu kaybetmeyerek döndüğü yuvasında bal yapması... Kuşların bir mühendisten daha bir itinayla çalışıp bin bir sanatla yuvasının inşasını tamamlaması… İneğin, koyunun süt vermesi... Çiçeklerin açması, ağaçların meyve vermesi... Dağların, suyun mahzeni ve havanın tarağı olması... Güneşin doğuşu, batışı... Yağmurun, karın yağması, rüzgarın esmesi... Bunlar gibi, bütün yaratılanlar sürekli hareket halinde, durmak bilmeyen bir azimle çalışıyorlardı. Öyleyse yaratıklardaki bu faaliyet ve harekette bir istek, bir arzu, bir lezzet çeşidi vardı. Belki her faaliyet bir çeşit lezzetti ve lezzet dahi kemale yönelmişti; bu, belki bir nevi kemaldi.1 Çalışmanın her çeşidi, küçük olsun büyük olsun, onlara bir lezzet veriyordu.2 Ayrıca çalışmaktan gelen hareketleri de Yaratıcılarını tesbih etmeleri ve sessizce konuşmalarıydı.3 Yoksa, her defasında bu vazifelerini ilk defa yapıyormuş gibi şevkli ve hareketli olurlar mıydı?Bu düşünceler eşliğinde, faaliyet hâlinde olmanın lezzetini hissetmeye çalıştım. Aklıma küçük bir çocuğun yürümek için yaptığı ilk çabalar geldi. Küçük bir çocuk yürümeye yeni başlayınca, elini tutturmaz ve desteksiz yürümek ister. Düşer, sendeler; ama hiç yılmaz. Bin bir gayetle kalkar, yeniden mücadelesine başlar. Her düştüğünde siz yardım etmeyin diye de "Hiçbir şey olmadı" der gibi gözlerinize bakar. Bu gayretlerinin sonunda başarınca da değmeyin keyfine, size gülücükler dağıtır. Bir mücadele vermiş ve kazanmıştır çünkü. Aynı şekilde, bir çiftçi akşama kadar tarlasında çalışır, yorgunluktan bitap düşer; ama evine gelirken mutludur. Çünkü o günü boş geçirmemiş, evinin rızkı için bir şeyler yapmıştır. O yıl çok fazla ürün almasa dahi mutludur, yapabileceğini yapmıştır nihayetinde. Aynı şekilde bir öğrenci ne kadar çok çalışır, ne kadar çok soru çözerse, o kadar rahattır. Belki geceler boyu uykusuz kalır. Birçok zevkten mahrumdur; ama olsun, bu lezzet diğer birçok dünyevî lezzetten daha çok tat verir ona. Bilir ki, çalışmadan hiçbir şey başarılamaz. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ve bu farklı kareleri gördükçe, bizlerin de çalışmaktan, gayret etmekten ne kadar lezzet aldığımızı fark ettim. Zira hareket hâlinde olmak ve bu hâlden lezzet almak, tüm yaratılmışların fıtratlarına yerleştirilmiştir. Ayrıca coşkulu ve hareketli olarak yaratılan insanın rahatı, yalnız çalışmakta yatar. Yaratıcımız her şey için mükemmel bir seviye belirlemiş. Ve o seviyeye çıkmak için, bir meyil vermiş. Her şey o yöne doğru hareket etmek için emir almış gibi, muntazam olarak o noktaya ilerliyor.4 Bu ilerleyiş, yaratılan varlıklara göre değişiyor. İnsan da dünyaya vazifeli olarak gelir. Bu sebeple kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için çalıştıkça, rahatlar bir nefes alır. İşte, yaptığımız işlerden aldığımız lezzet hep bu sırdandır.5 Nitekim fıtrata uygun hareket etmek, lezzet verir. Faaliyetten gelen hareket ve bu hareketin zeval bularak daha iyiye tebdil etmesi de beden diliyle çekilen tespihtir.6 Yani, bir nevi vücudun zikretmesidir.Hâl böyleyken, yaratılış hikmetine uygun hareket etmeyenler, durgun su gibi çabuk kirlenir ve bozulurlar. Çalışan ve bu hâlden hoşnut olarak yaratılan insan, fıtratına ters hareket edemez. Bu, yaratılan bütün mevcudat için de geçerlidir. Gürül gürül akan bir su ile hareket etmeyen suyu düşenelim… Birinde berraklık, temizlik varken; diğerinde kirlilik... Zamanla kokuşup bataklık hâline gelir. İnsanlar da böyledir. Kendine verilen yetenekleri ortaya çıkarmak için hiç gayret göstermeyen, tembellik eden kişiler sürekli şikâyet edip durur. En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı da onlardır. Oysa tembellik ve işsizlik yokluğun kardeşidir.7 Öyle ki, tembellik ile can sıkıntısı kol kola gezer. İnsan bu hâliyle öyle bir şeyi israf eder ki, bir daha geri gelmez: HAYATINI...Hiç dikkat ettiniz mi? Çevremizde en yorgun, en bitkin olanlar tembel insanlardır. Bu tür insanlar, vakitlerini nasıl harcayacaklarını bilemezler. Onlar için günler geçmez, saatler ilerlemez. Yaşadıkları her gün, sırtlarına yüklenmiş ağır bir yük gibi nefes nefese bırakır onları. Boş oturmak, işlemeyen demir misali, paslanmalarına sebep olur. Hiçbir şeyle uğraşmadığınız zaman, saniyeler dahi geçmez. Bütün bu hakikatler gösteriyor ki: Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesi/bineğidir.9 Bundan dolayı, hareket bizim için sakınılmayacak bir mecburiyet, bir ihtiyaç ve bir zevk hâlini almalıdır. Her şeyden önemlisi insan çok kabiliyetli, zeki ve birçok imkâna sahip olabilir; ama bunların hepsi vagondur. Bu vagonları birbirine bağlayıp yürütecek lokomotif gerekir. Bu lokomotif de şevk içinde çalışmaktan başka bir şey değildir.10

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul 1958, s.902- a.g.e., s. 5283- a.g.e., s. 3134- İşaratü'l İ'caz, Mütercim:Abdülmecid Nursi, s.185- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul,1958, s.3146- a.g.e., s.3137- Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şâmiye, İstanbul 1960, s.1208- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul1986, s.199- Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, İstanbul 1999, s.8510- Şükrü Apuhan, Başarı yolunda 70 Altın Kural, Timaş Yay., s.23

Thursday, April 13, 2006

Peygamberimizin (asm) manevi şahsı

“Ben sözlerimle Muhammed'i (a.s.m.) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan bahsetmekle sözlerimi güzelleştirmiş oldum.” (İmam-ı Rabbanî, Mektubât, 1: 58.)

(...)BİRİNCİ REŞHA:Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak:Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Zîrâ, o Lâ ilâhe illallah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen “Doğru dedin ve söylediğin haktır” derler.Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın.

İKİNCİ REŞHA: O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin(Hâşiye) yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve Şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve Şeriatın hakkàniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-i gàliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.Hâşiye: Hüseyin-i Cisrî "Risâle-i Hamidiye"sinde yüz on dört işârâtı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihât varmış.Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 19.Söz.Lügatçe:Muarrif: Tarif edici.Kitâb-ı kebîr: Büyük kâinat kitabı.Âyet-i kübrâ: Büyük âyet.Hâtemü'l-Enbiyâ: Peygamberlerin sonuncusu.Bürhan-ı nâtık: Konuşan delil.İrhâsât: Peygamberimiz (asm) üzerinde peygamberlikten önce görünen harikulade haller.Hâtif: Gaybdan doğru haber veren cinler.Beşârât: Müjdeler.Kâhin: Gelecekten haber verdiği söylenen kişi, falcı.Şakk-ı Kamer: Peygamber Efendimizin işaret parmağıyla Ay’ı ikiye bölmesi mu’cizesi.Kâinat, Onun (asm) duâsına ‘âmin’ diyor
ON İKİNCİ REŞHA: İşte şu zât, şu mevcudât Hàlıkının vahdâniyetinin hakkàniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kàtıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz.İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in zaman-ı Adem'den asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar.Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkàne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor.Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gàye için duâ ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekàya, ulvî vazifeye çıkarıyor.Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü, istediğini--velev lisân-ı hal ile olsun--verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır.

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 19. Söz.

Özgürlük için dört işlem by Senai Demirci

Kendini kendinle toplaHerkes biliyor ki:Herkes için her şey olamazsınHer şeyi bir anda yapamazsın.Her şeyi mükemmel yapamazsın.Her şeyi herkesten iyi yapamazsın.Sen de herkes gibi bir insansın.
Öyleyse:En azından, birisi için önemli bir şey ol.Bir anda sadece bir şey yap.Bir şeyleri hep eksik bırakacağını hatırla.Bir şeyi herkesten iyi yapmaya bak. Böylece hiç kimsenin “senin gibi” olamadığını gör.Herkesin herkes gibi olmaya çalıştığı yerde, sen “sen” ol, böylece herkesten daha iyi ol.
Kendini kendinden çıkar Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Yaşın kaç ise, bir o kadar rakamı yaşından çıkar ki geriye sıfır kalsın. Hayata başladığın güne git. Doğduğun gün ağzından çıkan ilk çığlığı hatırla. Şu anda yaşadığın şehirde bir günde yüzlerce, binlerce bebek doğuyor. Hepsi de bir çığlıkla karışıyorlar hayata. Kendine bir sor; onların doğması ne kadar umurunda? Ne kadar önemsiyorsun uğramadığın bir yerde, tanımadığın bir kadının tanımadığın/tanımayacağın bir bebeği doğurmasını? Doğduğu gün işte sen de böylesine umursanmaz biriydin. Şükür ki yanı başında annen baban vardı da, dünyaya ilk acemi bakışlarına şefkatli bakışlarıyla karşılık verdiler. Elinden tuttular, ninni söylediler, büyüttüler, beslediler seni. Seni önemli kılan onların sevgisiydi. O sıralar seni ne Nike tanıyordu, ne Coca-Cola önemsiyordu, ne de LCW düşünüyordu. Seni önemeyenler, üstünde hiçbir şey olmadığı halde önemsiyordu seni. Seni sadece sen olduğun için seviyorlardı.
İstersen doğduğun günden biraz daha geriye gidelim. Birkaç ay daha geriye.. O zamanlar annenin karnında karanlıklar içindeydin. Sadece onun fark ettiği, onun hissettiği biriydin. Oracıkta kala kalsaydın ya da hiç çıkamasaydın, kimse önemsemeyecekti seni. Bildiğin bütün markalar seni hesaba katmadan satmaya devam edecekti, sevdiğin bütün reklamlar seni düşünmeden oynayıp duracaktı. Bir de şöyle düşün: Sen “içerideyken” henüz gözlerin tamamlanmamıştı; gözlerinin olmadığını gören, gözlerinin olması gerektiğini düşünen, gözlerini olması gerektiği gibi olması gereken yere koyan ne annendi, ne babandı, ne de kendindin. Sana sorulmuş olsaydı, henüz ışığı bile tanımadığın için gözlerine ihtiyacın olmadığını söylerdin. Sana sorulmuş olsaydı, henüz yolları, bahçeleri, kaldırımları, vitrinleri görmediğin için ayaklarıma gerek yok derdin. Belki ellerini bile istemeyecektin. Belki yüzünü bile gereksiz görecektin. Şimdi bir düşün seni önemli kılan, gözlerinin önüne taktığın gözlük mü, ayaklarına geçirdiğin ayakkabı mı, ellerine taktığın eldiven mi, boynuna doladığın atkı mı?
Birkaç ay daha geriye gidelim. Henüz iki hücreden ibaretsin. Annen bile farkında değil varlığının. İki hücre hâlâ daha nasıl olduğunu anlayamadığımız bir hızla, olağanüstü bir düzenle çoğalıp ayrışmasaydı da, anne rahminden düşüverseydin kimse fark etmeyecekti seni, kimsenin fark ettiği biri olmayacaktın. Hatta, bir adın bile olmayacaktı.
Hiç doğmasaydın, şu an aramızdan eksik olacaktın. Ama eksikliğini bile fark etmeyecektik. “Caner şimdi burada olsaydı!” bile diyemeyecekti annen baban ve sınıf arkadaşların. Çünkü olmayacaktın ve olmadığın için de olmadığın fark edilmeyecekti. Örneğin “Sümeyye seni ne kadar özledim!” diyen bir arkadaşın olmayacaktı. Çünkü hepten eksik olduğun için arkadaşın eksikliğini çekmeyecekti.
Senin anlayacağın hiç var olmamak ölmekten beterdir. Öldüğünde hiç olmazsa, ardın sıra ağlayanların olur, eksikliğini çekenler olur, özleyenlerin olur. Ama hiç yaşamadığında, hesaba katılmazsın, sözün bile edilmez.
İşte şimdi hesabını yeniden yap; kendini kendinden çıkar. Geriye sıfır kaldığında, yani sen adı bile olmayan bir hücre topluluğu olduğunda seni önemseyen kim olabilir? Tanıdıkların içinde öyle biri var mı? Sevdiklerin arasında seni hiç yokken seven biri var mı? Örneğin, yüzün ortada bile değilken yüzünü özleyen biri var mı?
Nasıl olabilir ki? Seni en çok sevenler bile seni sen varolduğun için sevdi. Şimdi sen, seni sen yokken bile seven birini düşünmek istemez misin? Seni sen var olduğun içen sevenleri hatırladığın kadar, seni sevdiği için var edeni hatırlamak istemez misin?
Kendini kendinle çarpBu sabah aynaya bir bak. Bakalım kimi göreceksin. Elbette yeryüzündeki bütün insanlara benzeyen bir insan yüzü. Kaşları, gözleri, yüzü, burnu, kulakları, saçları ile sen de herkes gibi bir insansın. Ama aynada herhangi bir insanı görüyor değilsin. Kendini görüyorsun. Tümüyle sana özel, sadece senin için yaratılmış bir yüz görüyorsun. Yani senin yüzün gibi başka bir yüz yok. Onun için yüzüne bakanlar seni, sadece seni görüyorlar. Seni tanıyanlar yüzünden tanır, sevenler yüzünü sever. Herkese benzeyen birini değil. Bütün zamanlarda, senin yüzün gibi bir yüz olmadı, senin yüzün gibi bir yüz olmayacak.Şimdi tekrar düşün. Sen, en azından yüzüne bakarak anlayabileceğin gibi, seni yaratan için bir tanesin, biriciksin, çok özelsin. Aynaya bakıp yüzünü gördüğünde, hep bunu hatırla. Sen hayran olduğun birilerine benzediğin için önemli değilsin. Sen şarkılarını severek dinlediğin şarkıcı gibi konuştuğun için özel değilsin. Sen giydiğin ayakkabı sayesinde, tuttuğun takımın başarıları yüzünden, tişörtünün üzerinde yazan marka için biricik değilsin. Sen, sadece “Sen” olduğun için önemlisin. Seni biricik, bi’tanecik ve özel olarak yaratan, yaşatan bir Yaratıcı seni önemsediği için önemlisin.
Kendini kendine bölEtrafına bir bak. Ne kadar çok insan ne kadar çok şey peşinde koşuyor. Çok para, çok mal, çok yer, çok iş, çok yemek, çok araba, çok tatil, çok çok… Ne kadar telaşla yaşıyorlar. Herkesin çok acelesi var, çok telaş içindeler, çok koşturuyorlar, hep bir yerlere yetişmek istiyorlar. Durup kalsalar kaybedecekler sanki.. Koşturmasalar ellerindekileri düşürecekler gibi. Şimdi bir de kendine bak. En çok ne mutlu ediyor seni? Kimler sana gerçek dostluk yüzü gösteriyor? Kaç sahici arkadaşın var? Kaç sırdaşın var? Çok az şey mutlu ediyor seni. Dostların pek az. Arkadaşlarının ve sırdaşlarının sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Bazen sadece nefes almak seni mutlu etmeye yetiyor. Özlediğin bir dostunu görmek, özlediğin bir sahilde yürümek, sevdiğin bir yiyeceği yemek, sevdiğinin iki gözünün içine içine bakmak mutlu ediyor seni. Hepsi az şeyler.. Çok az şeyler…
Şimdi geri dön. Dur ve yeniden bak. Meydanlarda koşturan insanların aradıklarını bir düşün. Merdivenleri telaş içinde tırmanan, otoyolları son hızla tüketen kalabalıkların neyin peşinde olduğunu düşünmeye çalış. Aslında onların çoğu senin çoktan bulduğun çok az şeyin peşinde. Ama çok koşturdukları için bir türlü durup kendilerine soramıyorlar. Yazık ki aradıklarını sandıkları şeyi bulduklarında da tanımayacaklar.
Sen senin için önemlisin. Biricik olduğun için önemlisin. Kendini başkalarıyla kıyaslamayı bırak. Kendini kendinle kıyasla. Kendini başkalarının yaşadıkları ile tanımlamak yerine kendi yaşamınla tanımla. İçinde başkasının plağı çalmasın. Kendi sesinle konuş. Kendi yüzünle bak hayata. Kendini önemli bilerek yürü sokaklarda.Nefes alıp verebildiğin için, güneşe çıplak gözle bakabildiğin için, rüzgârı hissedebildiğin için mühimsin. Yaratıldığın için önemlisin. Kendini kendine bölersen, eline tam tamına bir 1 geçecek. Ne yarımsın, ne eksiksin, ne de kimselerin seni tamamlamasına ihtiyacın var.


Sen mühimsin.